Yıl 1971.. Bir bahar günü, otobüsle Düzce’den şehir dışına gidiyordum. Bir durakta adamın biri içeri girdi, selam verip yanıma oturdu. Adam, benden iki misli yaşlı görünüyordu. Ben ise yirmiüç yaşlarında bir talabeydim.Kısa bir sohbetten sonra, kendisinin çiftçilikle uğraşan çalışkan bir köylü olduğunu anladım. Çok samimi bir hali vardı.
İlk defa görüşmemize rağmen, kırk yıllık ahbab gibi sohbet ediyorduk.Bu arada onun bir hali dikkatimi çekti. Ellerinin içini hep kapalı tutuyor, benden gizlemeye çalışıyordu. Bunu anladığımı fark edince de duramadı, sebebini açıkladı:
– Kusura bakmayın. Ellerimi göstermeye utanıyorum. Biz tarla-toprak işlerinde çalışıyoruz. Kök ve otları yoluyoruz. Ellerimiz de böyle nasır bağlıyor.Ellerini açıp gösterdi. Hayatta böyle bir el görmemiştim, bir daha da görmedim! Ellerinin içi, parmak uçlarına kadar neredeyse bir santim uzunluğunda, kapkara ve diken kökü gibi nasır uzantılarıyla kaplıydı.Bu çilekeş adama dedim ki:
– Siz bu ellerle değil utanmak, iftihar etmelisiniz. Çünkü medeniyetler varlığını bu ellere borçludur. Eğer nasırlı eller olmasaydı ne gemiler yüzer, ne uçaklar uçar, ne de şu otobüs yürürdü. O eller olmasaydı ekinler ekilmez, mahsuller biçilmez, insanlar yiyecek ekmek bulamazdı. Nasırlı eller, medeniyetlerin mimarı şerefli ellerdir.
O ellerin sahibi, bu sözlerden son derece memnun kaldı ve rahatladı. Bana tekrar tekrar dualar ve teşekkürler etti. Nihayet kavşakta ineceğim sırada, saygıyla elimi öpmeye kalktı. Fakat ben ondan önce davrandım; o nasırlı elleri öptüm ve arabadan indim.