YARIM KALAN MEKTUP..

Annem; evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı.

Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlayamamıştım. Bir Anne çocuklarını terk eder miydi?

Babam, annemi döverdi.

Babam beni, abimi döverdi.

Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…

Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları

“Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan,

“Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.

Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyümek zorunda kalıyorlardı.

Ben altı yaşında büyüdüm.

Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi.

Söylediklerine göre, annem intihar etmiş.

Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.

Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.

Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum,

nasıl okuyacağım?

Abim okudu, mektubu dinlerken ağladım.

Abim de ağladı.

Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım

ve şimdi birde bunları yazarken.

Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş.

Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş.

Annem dedeme yalvarmış.

“Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.

Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş,

ölsün daha iyiymiş.

Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi.

Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu.

Biz artık orada yaşayacakmışız.

Orası bizim evimiz olacakmış.

Birbirimizden ayrılabilirmişiz,

Kardeşler birbirini unutabilirmiş.

Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız…

Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan,

abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi.

Abim ise mektubu zaten ezberlemiş.

Halam yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi.

Babama “Kız çocuğu yurda verilmez.

”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım.

Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti.

Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi.

İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir…

Uyuşuk şu tabakları yıka…

Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…

Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu.

Bende rahat olduğumu söylüyordum.

Abim üzülsün istemiyordum.

Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.

Okula başlamıştım.

Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim.

Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım.

Mektup, “Hayat güzel kızım, ben seni…”

yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti.

Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı farklı tamamlıyordum.

“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”

“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”

“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.”

Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum.

İnsan mutsuz hayal kurar mı?

Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi.

O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm.

Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi.

Anneler neden ölüyordu?

O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak,

uyuşuk mu olacaklardı?

Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum.

Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım.

Kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.

On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım.

İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı.

Birde bir çocuğum daha olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsunmuş.

Hasan amca başka kadınlara gitmesinmiş.

Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. 15 yaşında bir çocuktum…

Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı.

“Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar.

Ben, o çocukların ablasıydım.

Masal diye anlattıklarım ise benim hayallerimdi.

Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim.

Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi.

“Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi.

Sende bey de.”

Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm.

Hasan amcada iyi birisi idi.

Artık ona , Bey diyordum.

Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı.

Oysa o, bir kadın almak istemişti.

Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü.

Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü,

“Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”

Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim.

O iyi bir insandı.

Oysa ben Hakkımı, her gün şiddete maruz kaldığını, aldatıldıklarını, küfredildiklerini bildikleri halde kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, çocukların ise perişan halde, acaba benide sofraya çağıran olur mu, benide bağrına basan olur mu diyerek her gece kurduğu hayallerine ve annesine ağlayan, ömür boyu Özlem duymaya mahkum eden kör zihniyete ve bunu destekleyenlere

helal etmiyorum.

Alıntı

Rapor Et

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum